Merhaba Sevgili Dostlar,
Brisbane'dan dönüşe geçiyoruz bugün... Şimdi bunu size yolladığım saatlerde hepiniz uykudasınız. Burada saat şu anda 13.00 civarı...
İstanbul'a dönüşte burayı, ödül gecesi ve Asya Pasifik Sineması ile ilgili tüm gözlemlerimi sizlerle paylaşacağım.
Ama ben buralardayken şahane bir şey oldu, YAPIMLAB'lı Mehtap ve Şebnem bir kısa film çektiler.
Bunun öyküsünü Mehtap'tan bize yazmasını rica ettim. Mehtap profesyonel iş hayatına başka bir boyut getirmek için kendisine yeni açılımlar ve yepyeni bir alan yarattı.Çok ciddi, ders kaçırmayan bir 'öğrenci' olarak, hatta diyebilirim ki katıldığı her grubun neşesi ve motivasyon kaynağı oldu. Yapımlab'da geçirdiği süreci ve deneyimlerini yazdı. Son olarak da, yine Yapımlab'lı Şebnem ile bir kısa film çektiler. Yine atölyelerimiz katılımcılarından Gülda onların en büyük desteği oldu. Benim için ise bambaşka bir duygu... Dün gece burada APSA fonundan ödül kazanan 4 yapımcıdan biri oldum ama otel odama döndüğümde Mehtap'ın bu yazısını okumak benim için gerçekten daha büyük bir ödül.
Şimdi sizi Sevgili Mehtap Akdeniz'in kalemi ile başbaşa bırakıyorum. Çok güzel ve cesaret verici bir bir hikaye okuyacaksınız...
Hikâyecinin Hikâyesi
Her şey bundan üç sene evvel YapımLab’ın açtığı Yekta Kopan ile
Okumak/Yazmak Atölyesine kayıt olmamla başladı.
O sırada okumadığım yeni çıkan kitaplar listesi giderek dağ gibi
başucumda kâbus olup birikiyordu. Hayat şartları kitap okumakla ilişkimi oldukça
bozmuştu. Bir yolunu bulup, bana uygun bir okumak yazmak atölyesine gitmeye
karar verdim. Atölyeye okur yolculuğumla bozulan ilişkimi toparlamak amaçlı bir
terapi olarak bakıyordum.
Bu duygularla kayıt olduğum YapımLab Yekta Kopan Atölyesi bana umduğumun çok daha ötesinde
kazanımlar sağladı. Kitap okumayı öğrendim. Evet öğrendim. İnsanların ruhlarına
dokunma isteğim arttı. Öykü çözümlemeyi, karakter yaratmayı, olana bitene yazar
gözüyle bakmayı, olay örgüsünü, kurmaca dünya kurmayı öğrendim. On derslik ilk
kur bitti. Ardından on ders daha.. ve bir on ders daha. Biten kur bana
yetmedikçe yetersizliğimi görüyordum. Bildikçe bilgisizliğimle yüzleşiyordum. Okumakla
kalmıyor, yazıyordum. Son dersimizde Yekta Kopan beni, “Sen artık romanını
yazmalısın, hikâyen de hazır,” diyerek uğurladığında omuzlarıma bırakıverdiği
yük öylesine güzeldi ki.
Okumak/Yazmak Atölyesi devam ederken, eş zamanlı olarak YapımLab’da
sinema üzerine eğitimler başlamıştı. Bir gün Yekta Kopan yazdığım öyküyü
dinledikten sonra, “Sen aslında öyküden çok senaryo yazıyorsun, senin her
öykünden film olabilir,” dedi. Yekta Kopan’nın bu görüşünü Zeynep Özbatur’la
paylaştığımda şans bu ya bir kaç hafta sonra bir senaryo atölyesi başlıyordu.
Hemen karar verip, senaryo atölyeye kaydımı yaptırdım. İki kursu bir arada
yürütmek beni zorlayacak olsa da denemeye değerdi.
Eğitim Senaryosu
Nilgün Öneş ile senaryo atölyesi benim için bir başka yola doğru ilk
adım oldu. Uygulamalı bir atölyeydi. Kendi oluşturduğumuz hikâyeyi
senaryolaştırmamız üzerine kuruluydu. Senarist mantığının nasıl çalıştığını,
senaristin anlamını, öykü yazmakla senaryo yazmanın derin farkını tam olarak görebildim.
Haftanın bir günü yazdığım gereksiz cümleleri, bir başka günü yazdığım gereksiz
planları atıyordum. Senaryo yazımından önce uzun bir dramaturji safhası
gerektiği, araştırmanın çok önemli olduğu netti. Sosyoloji, felsefe, ekonomi,
mühendislik, gurmelik, hatta tıp bilgisinin gerektiği, eğer bilmiyorsan mutlaka
uzmanlarından görüş alınması gerektiği, masa başı çalışması dediğimiz uzun bir
süreçti bu. Hem çok zevkli hem de çok gerçekti. Öykü yazarken alabildiğine
koptuğun gerçekliğe, senaryo yazarken olabildiğince yakın durmak gerektiğini
gördüm. Gerçeklik! Benim için biçilmiş kaftan buydu. Araştırmak! Benim en çok
keyif aldığım alandı.
Bu dönemde gidebildiğim bütün seminerlere katıldım. Ustaları dinledim.
Notlar aldım. Bu notlar sırasında üç konunun önemli olduğuna karar verdim:
Birincisi, seni motive edecek bir derdin olmalıydı. Derdini özgün bir hikâyeyle anlatmalıydın. Anlatmak
yetmiyordu. Öykücülükten farklı olarak senaryo yazımının kendi içindeki
matematiği kavraman gerekiyordu. İkincisi; elindeki altmış, yetmiş sayfalık senaryoya bir yandan seyirci gözüyle,
öte taraftan yapımcı gibi bakabilmeyi bilmen gerekiyordu. Teknik düzeyde çekim
süreci bilgi ve deneyimine sahip olmak şarttı. Üçüncüsü ise sinemanın bir
sektör olduğunun bilincinde olup, sektörü ve dinamiklerini öğrenmekti. Yani
eğitim şarttı. Eğitime devam ettim.
12 haftalık Nilgün Öneş atölyesi biter bitmez, YapımLab’da Burak Göral
ile Senaryo Yazmak Atölyesine başladım. Uygulamalı bir kurs değildi. Daha
metodik bir atölyeydi. Mevcut filmlerin röntgenini çekiyorduk. İşin içine
görsel anlatı, zamanlama ve anlatım yöntemleri de girmişti. Yönetmenleri
tanımaya başladım. On haftalık eğitimde, filmleri anlamak ve çözümlemek amacıyla
izlemeyi öğrendim. Bir film eleştirmeninin gözünden filmlere bakmayı öğrendim.
En önemlisi bir eleştirmen filmlerde neye bakar bunu keşfettim. Senaryo
yazmanın matematiği nedir? Doğru formatlar. İyi bir filmde senaryonun oynadığı
rol nedir? Sinema niçin sanat değildir? Ekip işi olan sinemanın senaryo
başarısından ya da yönetmenin becerisinden ibaret olmayan büyük bir bütün
olduğuna ikna oldum. Sinema filmi adı altında toplanan bütün sanatların hatta
kuramların kurgusal bir şölene nasıl dönüştürülebileceğini sezdim. Burak
Göral’ın bloglarını takip edip, izlediğim filmlerle ilgili görüşlerine
bakıyordum. Sinema üzerine kuramsal kitaplar okumaya, dahası yeniden yıllar sonra
felsefe okumaya başladım. Sinema ve felsefe iyi bir ikiliydi. Felsefesi olmayan
senaryo, evrenselliğinden çok şey kaybediyordu. Sinema kuramcılarının peşine
düştüm. “İyi film” denilen filmlerdeki iyinin en temelde ne olduğunu anlamaya
gayret ettim.
Hala eksiktim. Sektörü tanımıyordum.
Sektörden Önce Kaktüs
Eğitim sadece sınıf sıralarında ve uzman ellerde olmuyor kuşkusuz.
YapımLab’da yerleşik yuvarlak masanın başına toplanmış seçilmiş dostlarla da
olabilir. Yekta Kopan Atölyesinde giderek çoğalan bir ekip olmuştuk. Her
Perşembe ders çıkışı, Cihangir Kaktüs’de toplanıp hayattan, edebiyattan konuşup
ruhlarımızı iyileştiriyor, birbirimizi geliştiriyorduk. Eğitiyorduk. Yuvarlak
bir masanın etrafında toplandığımız o ilk Kasım akşamına kadar hayatın köşeli,
dikdörtgen masalarında düz çizgilerden düşmeden iyi niyetle hayallerine
yürümeye çalışan, yolu YapımLab’dan geçen yirmi iyi insan. Günlerce, saatlerce
konuştuk. Birlikte sinema festivallerine, tiyatrolara, sergilere, seminerlere,
konserlere, söyleşilere, konferanslara gittik. Hep niyet ettik ama bir kere
bile Nevizade’de rakı içmeyi beceremedik. Giderek öykülerimiz birikti. Çok
oldu. Çok olduk, kendimize bir blog açtık. Adımızı Cihangir’de YapımLab’da bizi
buluşturan o büyülü yerin adını verdik, “Yuvarlak Masa Yazarları” dedik.
Blogumuz daha ilk haftadan on bin kere ziyaret edilince, kendimize güvenimiz arttı. Mükemmel bir
ekip olmuştuk. Hepimizin öykülerinden oluşan bir toplu öykü kitabı bastırmaya
karar verdik. Şu anda onun çalışmaları devam ediyoruz. Önümüzdeki yıl, bahar
aylarında kitabımız raflarda da olmasını ümit ediyoruz.
Zeynep Özbatur Atakan ile Yapım Atölyesi
Hikâyenin ilk pik noktası YapımLab’a ayak bastığım gün ise, ikinci pik
noktası bu atölyeye başladığım gündür. On yedi sene reklamcılık yapmış biri
olarak, yaratıcı sürecin, ekip yönetiminin, film setlerinin, ürün satmanın,
marka yaratmanın ne demek olduğunu biliyordum ancak sinema sektörünün ne
olduğunu bilmiyordum. Sinema tam anlamıyla bir sanat değildi. Sinema bir sektördü.
İşin içinde yaratıcılık belki ön planda idi ama tek başına yaratıcılığın hiç
bir anlamı yoktu. Dünyanın en iyi
senaryosunu yazsan, dünyanın en iyi yönetmeni olsan da tek başına bir hiçtin.
Sanat olamaması da işte bu ‘iş’ olma durumu nedeniyleydi. Sinema bir işti.
Öğrenilebilir bir şeydi. İşte bu anlamda eğitim şarttı. Oysa Edebiyat/yazarlık öğrenilebilir
bir şey değildi. Yalnız başına bir süreçti. İşte o yüzden sanattı. Yazmak
önemli oranda şahsi yetenek gerektiriyordu.
Olmamış bir metni olduracak görüntüler, müzik, efekt gibi yan dalların desteği
yoktu. Tüm duyguları cümlelerinle satır satır ifade edebilmeliydin. Eğitim ile
sadece doğru yazmayı ve okumayı öğreniyordun, bir de yazıp yazamayacağını. Bu
da azımsanacak bir bilgi değildi, en azından rasyonel hayaller kurmak için
insanın aklını başına getiriyordu.
(Buraya bir ekleme yapmam
gerek. YapımLab’da yapımcılık kursuna başladıktan kısa bir süre sonra bir
eleştirmene yazdıklarımı okutmak ve yazmak konusunda kendime doğru/gerçekçi
notumu vermek için bir başka oluşumun edebiyat atölyesine daha gittim. Hikâye
analizi ve yazdığım öykülerimin, eleştirmen gözüyle incelendiği altmış saatlik
kursun sonunda bir kitap bastırmanın yazmaktan daha zor olduğuna ikna olmuştum.
Eleştirmenleri ve yayınevlerini ikna edecek bir kitap yazmak kolay bir şey
değildi. Parayı bastırırsan ilk öykünü yayınlatabilir ya da ilk kitabını
bastırabilirdin. Bu bilgi bana yetti. Kitabımı param olunca yazmaya karar
verdim.)
Zeynep Özbatur’la yapımcılık dersi için girdiğim sınıf gerçekten benim
için büyük bir şanstı. Sınıfta inanılmaz bir sinerji ve ekip ruhu vardı. Daha
ilk haftadan birbirine destek olmak isteyen, egoları sıfır, sinema için bir
şeyler yapmaya kararlı yönetmen adayları, yapımcı adayları, bir gazetenin
sinema yazarı, oyuncu ve senaryo yazarı adaylarının olduğu bir sınıftı. Zeynep
Özbatur’un yarattığı sinerjiyle eğitim günleri çok keyifli ve verimli
geçiyordu. Altı ay sürdü. Zeynep, sinemanın bütün bileşenlerini yaşadığı
deneyimlerden örnekleyerek, onca yıldır biriktirdiği hazine değerindeki hiç bir
bilgiyi sakınmadan oluk oluk akıtıyordu bizlere.
Yapım Atölyesinde bir film senaryosuna yapımcı ve en nihayetinde
seyirci gözü ile bakmayı, senaryo yazarken hayal gücüne gaz verip bir planda
bir film bütçesi maliyeti gerektiren planlar yazıvermemeyi, senaryo aşamasında
güçlü ve zayıf yanları keşfetmeyi, bir filmin “ana cümlesinin” niçin çok önemli
olduğunu, her senaryoyu her yönetmenin niçin çekemeyeceğini, hangi projeye
hangi kanallardan fon bulunabileceğini, hukuksal süreçleri, telif haklarını,
dağıtımın inceliklerini, film pazarlarını ve beklentilerini, ulusal ve
uluslararası sinema satış marketinin dinamiklerini, ortak yapımcı bulmanın püf
noktalarını, setten yayın kopyasına kadar giden sürecin önceden nasıl planlanıp
bütçelendirileceğini, Proje projelendirmeyi, yapımcının para veren etkisiz
eleman değil, aslında sektörün beyni olduğunu öğrendim.
Artık senaryolara bu gözle bakıyorum. Fon bulabilir mi? O sahne gerekli
mi? Karakterler tutarlı mı? Gişe mi yapar, ödülleri mi toplar? Ortak yapımcı
kim olabilir? Bütçesi yaklaşık ne olur? Hepsini elime gelen dosyayı okuyarak
tahmin edebiliyorum. Elbette bunda diğer eğitimlerin, elimdeki felsefe
diplomasının, psikolojiye duyduğum özel ilginin ve reklam deneyiminin büyük
etkisi vardı.
Kurs bittiğinde
hepimiz elimizi taşın altına koyup öğrendiklerimizi deneyim etmeliydik.
Zeynep’in bize en önemli tavsiyesi buydu. Telefonla bile olsa bir kısa film
çekin, diyordu. Hepimiz Zeynep’in danışmanlığında projeler oluşturduk. Bütçeler
yaptık ve filmlerimizi çekip, Aralık ayındaki toplu gösterimde buluşmak üzere
dağıldık. Ama hiç kopmadık. Herkes birbirine yardım etti.
Kendi öykülerimden bir kısa film çıkarmakta zorlanıyordum. Dışarıdan
bakamıyor, benim anladığım şeyi başkalarının bire bir anlamamasından hatta
yorumlamasından rahatsız oluyordum. Henüz tam profesyonel değildim. Yönetmenlik
gibi bir hevesim de hiç yoktu. Fikirlerimin, hayatımdan izler taşıyan hikâyelerin
başkaları tarafından değişime uğramasına seyirci kalamıyordum. Senaryomu teslim
edeceğim yönetmen onu elleyip, koklayıp kendine göre başka bir şey yapacaktı.
Buna hazır değildim. Başka birinin öyküsünü senaryolaştırmam gerekiyordu. Öykü
kitabı okumaya başladım.
Bu sırada altmış saatlik edebiyat kursuna da devam ediyordum. O sınıfta
YapımLab’daki Yekta Kopan kursundan arkadaşlarım vardı tabi... Bu sefer uzun
bir dikdörtgen toplantı masasının etrafında uzun cetvel gibi diziliydik. Öykü
kitaplarıyla da bir yere varamadım. Zaten bir öğrenci filmi için telif ödemeyi
gerektirecek bir çözüm, yüksek bir bütçe de çok anlamsızdı. Bu yolla
senaryolara anlam katan yazar/yönetmen görüşü denen ve aslında her şeyi anlamlı
kılan alt metne de ulaşamıyordum. Bu öyküyü neden yazdığını anlattığı metne
ihtiyacım vardı. Senaryo hatta film bu metin ile can buluyordu benim zihnimde.
Bildik tanıdık bir yazara ihtiyacım vardı. Beni seven bana güvenen dost bir
yazara.
Kendisi Kısa, Hikâyesi Uzun Film
“ADEM ELMASI”
YapımLab Yekta Kopan atölyesinden tanıdığım Şebnem Dönmez de benden bir
önceki kurda YapımLab’da Zeynep’in yapım atölyesine katılmıştı. Aslında onunda
yapması gereken bir bitirme ödevi vardı. Bir senaryo yazalım ve sonra çekelim
diye anlaştık. Yönetmenliği o yapacaktı. Uzun bir ön hazırlık dönemi geçti.
Filmler izledik, kitaplar okuduk, yazdık çizdik. Ana tema aradık. Çalıştık.
Çalıştık. Sonra bir gün bir şey oldu. YapımLab Yekta Kopan atölyesinden
tanıdığım Gülda Şahin ile altmış saatlik kurstaydık. Öyküsünü okudu ve
eleştirmen/yayıncı hocamız, “Hiç beğenmedim,” deyiverdi. Oysa ben bayılmıştım.
“Ben bu öyküyü istiyorum, kısa filmini yapalım,” dedim. “Verdim gitti, hatta
çekimler için para da veririm,”dedi Gülda. Meğer bir önceki yıl gittiğimiz ve
benim olmadığım bir derste Yekta Kopan atölyesinde aynı öyküyü okumuş, atölye
öğrencilerinden arkadaşımız cast direktörü Harika Uygur, “Bundan kısa film
olur,” demiş. Aklın yolu bir.
Şebnem öyküyü okudu, beğendi. Hemen ertesi gün buluşup senaryoyu
yazdık. Senaryoyu okuyan herkes çok beğeniyordu. Öyküsü yeniden ele alınan, adı
değişen ve başka bir hale dönüşen Gülda’nın senaryoyu ilk okuduğunda en
derininde neler hissettiğini hiç bilemedik. Benim kaygılarımı taşıdı mı
soramadık. Ama ben yazara ve onun iç dünyasına yakın olduğumuza emindim. Güzel,
dedi. Çok heyecanlandım, dedi. “Adem Elması çok güzel isim,” dedi. “Sözüm söz,” dedi. “Sizi seviyorum,” dedi. Yürektendi.
İş çekim senaryosu ve hazırlıklarına gelmişti. Şebnem gerçekten çok
titiz çalıştı. İlk film için duyulan bütün heyecanları duydu. Aslında senaryoyu
yazdığımızdan sonrasını Şebnem’den dinlemek lazım. Uzun bir hazırlık sürecinden
sonra film geçtiğimiz akşam çekildi. Aralık ayındaki YapımLab öğrenci filmleri
toplu gösterimine hazır olacak. İlk film için hatalarımız olabilir ama bizler
iyi öğrencileriz, gerçekten iyi niyetle çok çalıştık. Hala öğrenmem gereken çok
şey var. Eğitime devam.
Bu uzun hikâyenin kahramanları Şebnem, Mehtap ve Gülda’dan ibaret değil
elbette. Kahramanların tamamının tek tek isimleri kalbime yazılı. Biz iyi bir
ekibiz. Bizi bir araya getiren YapımLab’a, kalbimizdeki ışığı doğru yöne
tutmamıza vesile olan Yekta Kopan’a, Nilgün Öneş’e, Burak Göral’a, Zeynep Özbatur Atakan’a, hayalimizi ete
kemiğe büründüren herkese…
Kalpten sevgiler.
Mehtap Akdeniz