HOŞGELDİNİZ

Yapım Laboratuvarı : Yapımcılık ile ilgili bilmek istediğiniz herşey...Zeynep Özbatur Atakan'ın gözlemleri, deneyimleri, paylaştıkları...

27 Kasım 2011 Pazar

AVUSTRALYA VE ÖDÜLLER SONRASI










Merhaba Sevgili Dostlar,
Uzun zamandır bu kadar çok fotograf paylaşmamıştım bu blogta... Ama, sizlere birşeyleri anlatırken, biraz da görsel paylaşmak istedim. APSA çok önemli bir organizasyon...ASYA-PASİFİK OSCARLARI denilmesinin nedeni budur. Çünkü bu coğrafyadaki önemli sinema insanlarından oluşmuş bir akademi var. Bu akademinin üyeleri, 70 civarı filmden oylama yöntemi ile 5 adaya indiriyor. Sonrada 6 kişilik başka bir jüri bu adaylar arasından son kararları veriyor. 2008 Yılında Nuri Bilge Ceylan 'Üç Maymun' filmi ile 'En iyi Yönetmen Ödülü'nü kazanmıştı.

Bu yıl,4 dalda adaylığımız açıklanınca,görüntü yönetmenimiz Gökhan Tiryaki ve ben bu kez gitme kararı aldık.

Organizasyon harika şartlarda bizim Avustralya'ya seyahat etmemizi sağladı.

Adayların büyük bir çoğunluğu katılmıştı. Organizasyon orada geçireceğimiz 4 gün için bize harika bir program yapmıştı. Programın içinde, çok özel bir ada gezisi, hayvanlarla buluşma, aborjin el sanatı gibi pekçok etkinlik organize etmişlerdi. Bu arada, tüm adaylara filmleri izleyecekleri bir ortam yaratılmıştı.

İranlı 'Seperation' filminin ekibi, yönetmeni Asghar Farhadi(yukarıda fotografımızı görebilirsiniz) ve başrol oyuncusu Payman Moadi ile çok yakın arkadaş olduk. Yine Muhammed Resulof'un son filminin başrol oyuncusu Leyla Zadeh arkadaşlarımızdan biri oldu. Bu arada Azerbeycan'dan 'en iyi çocuk filmi'ödülünü kazanan 'Buta' filminin yönetmeni Ilgar Najaf hayatımızda hep olacak dostlardan biri arasına girdi.

Tüm bu programlar ve güzel atmosferin yanısıra, ada gezisi sonrası bizi törenin yapılacağı alana götürdüler. Yaklaşık bir saat prova yaptık. Yine yukarıda göreceğiniz üzere, oturacağımız her yere en aza 4 ya da 5 kere oturup kalktık. Ödülü alınca ne yapmamız gerekiyor,sahneye nereden girilip çıkılacak, tek tek anlatıldı. Bu sırada hafif bir strese kapıldığımızı itiraf etmeliyim.

Beni tanıyanlar bilir, tek bir yerde hareket etmeden uzun süre kalamam... Sahne üzerinde 2 saat oturarak, kendi rekorumu kırdığımı söylemeliyim.

...Ve ödül töreni gecesi... Web'den yayınlanan bu ödül törenini isteyenler izleyebilir. Bizim için oldukça güze sonuçlar aldığımız, yani filmimizin 3 ödül kazandığı bu ödül töreninden çok mutlu ayrıldık. Bu geceye dair pekçok fotografı facebook'ta paylaştım...

Sonra yine çok güzel bir yolculukla yurda döndük... Harika bir organizasyondu..

Ama beni mutlu eden bir durum ve teşekkürü buradan paylaşmak istiyorum... Arkamdaki Zeynofilm ve Yapımlab ekipleri, ben yokken muhteşem bir kurumsal performens çıkardılar. İlk kez gözüm hiç arkada kalmadı...

Bunun için, ofisi yöneten Ayşegül Yeşim'e, her işimizin arkasındaki trafiği sağlayan Kemal Yeşim'e, hesap-kitap işlerimizi bir süredir sorunsuz yürümesini sağlayan Hakan Poyraz'a, yapımlab'ın yeni asistanı Liz Doğutürk'e ,hemen hemen tüm işlerimi planlayan bana iananılmaz yardımcı olan baş asistanım Özlem Erol'a ve bazen birbirimizn klonu gibi düşündüğüm, şirketimizin Yetkili Yapımcısı Sezgi Üstün'e çok ama çok teşekkür ederim.

Onlar sayesinde, orada mükemmel zamanlar geçirdim... Bu benim için en büyük 'ödül'dü...

Şimdi, yeniden yoğun programlara dönme zamanı...Herkese iyi haftalar:)

20 Kasım 2011 Pazar

AVUSTRALYA'YA GİDERKEN ve APSA ÖDÜL TÖRENİ

Sevgili Dostlar,

bu akşam uzun bir yolculuk yaparak Avustralya'ya gidiyorum. Nedeni Asya'nın Oscarları olarak bilinen bu ödül ile ilgili, 'Bir Zamanlar Anadolu'da'En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Senaryo ve En İyi Görüntü Yönetmeni toplam 4 dalda aday...Ödül töreni 24.Kasım.2011 'de yapılacak...Buranin saatiyle sabah 11.00 de aşağıda yazan link'ten izleyebilirsiniz.Ayrıca bu link facebook YAPIMLAB sayfa ve gruplarında var.

Filmi temsilen ben ve görüntü yönetmenimiz Gökhan Tiryaki gidiyoruz. Sevgili eşim Selim Atakan'da bana eşlik ediyor. Yaklaşık 20 saat civarı uçacağız...Ama internete girebildiğim her noktadan sizlere birkaç not göndermeye çalışacağım... Bu bazen blogtan, bazen facebook sayfalarımızdan, bazen twitter'dan olabilir. Çünkü bazen twitter ve facebook'taki sayfaları güncellemek daha pratik olabiliyor.
Şimdilik bu kadar... Gelişmeleri sizlerle paylaşmaya devam edeceğim...

Asya Pasific Ödüllerini 24 KASIM 2011 günü web'den canlı olarak izleyebilirsiniz:

APSA CEREMONY LIVE WEBCAST - NOVEMBER 24, 2011

Best Feature Film Nominees, clockwise from top left: Bir Zamanlar Anadolu'da (Once Upon a Time in Anatolia), Rang zidan fei (Let the Bullets Fly), Jodaeiye Nader az Simin (A Separation), Band Baaja Baaraat (Wedding Planners), Bé Omid É Didar (Goodbye)
...
The fifth annual Asia Pacific Screen Awards will be beamed live to the world via a real-time webcast on the APSA homepage - http://asiapacificscreenacademy.com/webcast/.

Tune in to see all the action from the 2011 Asia Pacific Screen Awards live after 7:00pm Australian Eastern Standard Time (Gold Coast) on Thursday, November 24, 2011. Some indicative time zones can be found below.

THURSDAY NOVEMBER 24, 2011:

Brisbane/Port Moresby - 7:00 PM
Hong Kong - 5:00 PM
Tokyo/Seoul - 6:00 PM
Bangkok/Jakarta - 4:00 PM
Mumbai - 2:30 PM
Dubai/Moscow - 1:00 PM
Istanbul - 11:00 AM
London - 9:00 AM
Los Angeles - 1:00 AM
Wellington - 10:00 PM
Sydney/Melbourne - 8:00 PMDevamını Gör
The Fifth Annual Asia Pacific Screen Awards - Live Webcast
asiapacificscreenacademy.com
The Asia Pacific Screen Awards is the highest accolade in film for the Asia-Pacific region. Join us to celebrate the best films and filmmakers of the region live from Gold Coast, Australia on November 24, from 7:00pm (Australia Eastern Standard Time). Follow us on Twitter to get live updates from th...

15 Kasım 2011 Salı

PAYLAŞIMLAR-2

Merhaba Sevgili Dostlar,
Ekim ayının Sight and Sound dergisinde okuduğum bir makale 3D teknolojisi ile ilgili bugüne dek bu konuda okuduğum yazılara göre çok farklı bir yaklaşımı vardı. Dolayısıyla
sizler için çevirisini yaptırdık ve paylaşıyorum.
http://www.ianchristie.org/



Sight and Sound
Yazan : Ian Christie
http://www.ianchristie.org/
Çeviren: Elif İdiz


“Avatar” filminin üzerinden iki yıl geçti ancak, macera dolu 3D işler artıkça, izleyicinin rahatsızlığı ve eleştirel kuşkuculuğu artıyor. Ama Ian Christie, üç boyutlu görüntüyü tarihi bir perspektif içinde araştırırken, bu teknolojiyi hemen yermemek gerektiğini söylüyor.


“Geleceğin sineması üç boyutlu mu olacak? Yarın bugünü takip mi edecek?” Bilin bakalım bu soruyu kim, ne zaman sordu? James Cameron mu? Dream Works’ü üç boyuta taşıyan Jeffrey Katzenberg mi? Aralık 2009’da Avatar’ın vizyona girmesi ile birlikte, üç boyutlu filmlerin gişe hasılatından kar sağlayan sinema sektörünün bir CEO’su mu yoksa? Hayır, bunu 1948’deki ölümünden kısa bir süre önce, Sergei Eisenstein yazdı.
3D’nin reklamının, genç sinema izleyicilerinin ilgisini çekmek ya da korsanı engellemek için abartıldığını düşünenler, Eisenstein’ın bu konudaki heyecanını anlayamayabilirler. İlk kez renkli bir film çektikten yalnızca dört yıl sonra, bu yeni teknolojiye böylesine inanma cesaretini O’na ne verdi? Şubat 1947’de, Moskova’da, Rus öncüsü Semyon Ivanov’un ilk renkli üç boyutlu filmi olan Robinson Crusoe’nun prömiyeri gerçekleşiyordu. Ama Eisenstein’ın Ivanov’un filminden çok, görsel geleneğin bin yıldır amaçladığı bir zirve olduğunu düşündüğü üç boyutlu film hakkında söyleyecek daha fazla şeyi vardı.
Eisenstein’a göre, Antik Yunan’daki amfitiyatrolardan Barok Saray Tiyatrosu’na, gençliğinde bir parçası olduğu devrimci Sovyet tiyatrosuna kadar bütün tiyatro geleneğinin başlıca amacı, seyirci ile sanatçı arasındaki bariyeri yıkmaktı. Ama O’nun tezi yalnızca tiyatroyla sınırlı değildi. 1940’ların sinemasında, üç boyutlu araçlar ve derinliği seyirciyele birleştirmeyi amaçlayan film yapımcıları üzerine bir anket yapıldı. Bu ankette Hitchcock’un Spellbound’u ile Powell ve Pressburger’in A Matter Of Life And Death’i gibi filmler de yer aldı.
Üç boyutlu sinema, hiç şüphesiz onların başlıca hedefleri miydi? Eisenstein, buna yalnızca Batılı muhafazakarların muhalefet edebileceğini iddia etti. Yine Eisenstein, bu yazıyı ideolojik Soğuk Savaş’ın başlangıcında ve Hitchcock’un Dial M For Murder filmiyle zirveye ulaşan, 1950’lerin ilk üç boyutlu film dalgası sırasında yazdığını hatırlattı.
Ancak Sovyet zaferciliğini bir kenara bırakırsak, yine de Eisenstein’ın 3D’nin eleştirel kuşkuculuk ile düşmanlık arasında değişen tepkilere yol açtığına dair erken yorumunu, son iki senedir yaşananlara bakarak, kabul etmemek mümkün değil. Muhtemelen bu düşmanlık konusunda en çok sesini duyuranlar editör Walter Murch ile Ocak 2011 tarihli bloğunda “Neden 3D olmadı ve asla olmayacak” başlıklı yazısıyla muhaliflerin lideri haline gelen eleştirmen Roger Ebert oldu.
Ebert’ın öfkelenmesine neden olan Avatar değil, onu takiben ortaya çıkan Michel Gondry’nin “suni” üç boyutlu filmi The Green Hornet idi. “Suni”, burada iki boyutlu çekilmiş bir filmin, post-prodüksiyon aşamasında üç boyutlu efekti kazandırılarak piyasaya sürülmesini anlatmak için kullanılıyor. Üstelik bu, üç boyutlu filmlerin yüksek gişe hasılatlarından sonra birçok önemli Holywood stüdyosunca benimsenmiş bir yöntem haline geldi.
James Cameron Avatar’da, yeni bir dünyanın ortaya çıktığına ve başrol oyuncusunun sanal bir gerçekliğe girdiğine dair bir mizansen tasarlamıştı. Bu mizansen seyircinin algısında, Cameron’un sunduğu üç boyutlu görselliği anlamlı kılıyordu. Belden aşağısı felçli olan eski denizci Jake’in Avatar gezegenine girmesi , bir özgürlük alegorisi oluşturuyordu. Bizim içinse bu alegoriyi oluşturan şey, RealD’nin yeni dünyasına girmekti kuşkusuz. Filmin, kuşatıcı emperyalizme karşı verdiği savaşı görelim ya da görmeyelim…
Öyle görünüyor ki, birçok eleştirmen, seyircinin tepkisinden farklı olarak bu temadan pek etkilenmedi. Ama daha önce 3D üzerine yaptığı yorumlara rağmen, Ebert’in bu eleştirmenlerden biri olmadığını belirtmek gerekir. Sözü geçen bir eleştirmen olarak onun görüşü en heyecan verici yorumlardan biriydi. Filmin “olağanüstü bir eğlence” ve “teknik anlamda bir çığır” olduğunu söyleyerek, “emperyalizm ve savaş karşıtı” bir mesaj içerdiğini belirtti. Ayrıca Cameron’un ölçülü üç boyut kullanımını yücelterek, O’nun asla “dördüncü duvarı rastgele ihlal etmediğini” ifade etti.
İlginç bir şekilde, BFI(British Film Institute) için, İngiliz izleyicisinin Avatar hakkında ne düşündüğü üzerine yapılan yeni bir araştırma, Ebert’in yorumuna benzer bir sonuç ortaya koydu; “Gözümüzü açan bir film”. Onlar için anlamlı olan bir filmi söylemeleri istendiğinde, 2000 kişi arasından 42 kişi Avatar cevabını verdi. (En çok tercih edilen film, 100 kişi ile The King’s Speech oldu. 75 kişiyle Schindler’s List onu takip etti. )
Ankette Avatar’ı tercih eden izleyicilerle ilgili asıl ilginç olan, geniş bir yaş aralığına sahip olmalarıydı. Kırklı ve ellili yaşlarındaki izleyiciler filmin “animasyonu bambaşka bir boyuta taşıdığını” ve üç boyutun duygusal bağı derinleştirdiğini söylediler. Bristol’da yakın zamanda, filmi iki boyutlu ve üç boyutlu izleyenler arasında yapılan bir araştırmada, üç boyutlu izleyenlerin daha çok etkilendikleri görüldü. Gerçek şu ki, Avatar elbette yalnızca 3D’nin sağladığı bir duyusal estetiğe dayanmıyor ancak hiç kuşku yok ki, Cameron’un üç boyutlu dünyaya tüm kalbiyle adanmışlığı, bütün bu öğeleri zenginleştiriyor.


İLÜZYONU SÜRDÜRMEK

Üzücü ve ne yazık ki zarar verici bir biçimde, Avatar’ı takip eden birçok üç boyutlu film, gerçekten bu dünyaya gönül vermiş kişiler tarafından tasarlanmadı. Bu gibi hazırlıksız yapımcıların çabalarını, yeni türemiş bir 3D ekibi sette zenginleştirdi veya post-prodüksiyon aşamasında bu hile gerçekleştirildi ve bu da 2010’un sonu ve 2011’in başındaki gişe hasılatlarında kendini gösterdi. Burton’ın Alice Harikalar Diyarı’nda ve oldukça kötü olan Clash of the Titans filmleri (suni üç boyutlu uygulamanın en açık göstergeleri) etkileyici gişe hasılatları yapmış olabilirler ancak bu işler, 3D teknolojisinin gelecekte yeni bir film dili oluşturabileceği inancını sarstı. Bu anlamda Streetdance ve motorsiklet yarışı belgeseli TT3D gibi daha mütevazı olan “yerel üç boyutlu” İngiliz yapımları, daha umut vericiydi.
Ancak yerel 3D’nin plan ve çekim aşamasının maliyeti oldukça yüksek. Bu alanda bir başka büyük engel ise, film yapımcılarının bu işe yeterince gönül vermemiş olmaları elbette. Beni asıl şaşırtan, üç boyutlu bir başyapıt (The Nutcracker) çektikten sonra, Ebert ve Walter Murch’un yargısına gönderme yaparak bir daha bu formatı kullanmayacağına yemin eden Rus yönetmen Andrei Konchalovsky’yle yaptığım bir röportajdı.
Murch, özellikle Francis Ford Coppola ile çalıştığı The Conversation ve Apocalypse Now filmeri ile adını duyurmuş, oldukça saygı gören bir ses ve görüntü editörü. Ancak aynı zamanda birçok kişi tarafından önemli bir teorisyen olarak da tanınıyor. Murch, Ebert’tan alıntı yaptığı bir yazısında, üç boyutlu görüntünün en büyük sorunu olan matlık ve sönüklüğün bile çözülebileceğini, ancak 3D ile ilgili daha temel bir yanlışlık olduğunu iddia etti. Üç boyutlu görüntü, gözlerimizin farklı noktalara odaklanmasını gerektirse de, üzerinde çalışılması gereken şeyin, ilüzyonu devam ettirmek olduğunu söyledi. Murch, bunun, beynimizin “merkezi işlem birimi”nin gereğinden fazla çalışması anlamına geldiğini ancak bu durumun bazı izleyicilerde şiddetli baş ağrılarına sebep olduğunu söyledi. Ve Murch’a göre bu, 600 milyon yıllık evrimin bizi asla hazırlamadığı çok derin ve ciddi bir sorundu.
Algı mekanizmasıyla ilgili bu çeşit teknik tartışmalar, kuşkusuz herkesi fazlaca etkiledi. Ancak Murch’ın iddiasındaki bu evrime dayalı biyolojik zorluk, yeni algısal perspektiflere adapte olamayacağımız anlamına gelmez. Örneğin bu binoküler (iki gözün birbirinden bağımsız farklı noktaları görmesi durumu) görüntü, maymunların yiyecek bulmalarına yardım etmeye yönelik geliştirilebildi. Söz konusu eski çağlardan bu yana, insanlardaki binoküler görüntü sistemi, birçok farklı duruma uyum sağladı. Televizyon ve sinema ekranı temelli modern yaşantı, buna en iyi örnek olacaktır. Ve bu, kuşkusuz Murch’un iddia ettiğinden çok daha karmaşık bir beyinsel gelişimin göstergesi.
Elbette bütün bunlar, 3D’nin, izleyicilerin %7 ila 10’u arasında renk körlüğü, bazılarında baş ağrıları, çok küçük bir bölümünde ise ilüzyonu görememe durumu yarattığı gerçeğini değiştirmez. Ancak Murch’un iddiası, üç boyutlu görüntünün psikolojik anlamda doğaya aykırı olduğu yönünde. Fakat bilim camiasının Murch’le aynı görüşte olduğundan şüpheliyim. Görme yetimizi destekleyen nöral süreç hakkında bilgimiz arttıkça, birçok karmaşık yeniliğe adapte olmamızın mümkün olduğunu daha iyi kavrayacağız.
Bir zamanlar insanların, trenler hangi hızda giderse o denli hızlı yolculuk edebileceklerinden şüphe edenler gibi, 3D’nin doğaya aykırı olduğu düşünceleri de eskide kalabilir.
Fakat kaçınılmaz bir biçimde doğru olan, iyi tasarlanmamış bir üç boyutlu görüntünün uzmanların deyimiyle “görsel rahatsızlık” ve “zorluk” yaratabileceği gerçeği. Bunlardan ilki sübjektif bir tepki, diğeri ise teknik sahalarda üç boyutlu görüntü kullanan kişilerde oluşan tepkiler anlamına geliyor. Bu durum, üç boyutlu görüntünün algılanmasına izin veren yanıltıcı mekanizmadan kaynaklanıyor. 1890’larda A.S Percival tarafından yapılan vizüel bir araştırmaya göre, iki gözümüz birbirinden farklı düzlemlerdeki objeleri algılıyor, böylece uzak ve yakını görebiliyoruz. Ancak tolere edilebilecek ölçüde iki göz arasındaki ayrılık oranı hala A.S Percival’ın “rahatlık alanı” olarak biliniyor. İşte 3D, bununla ilgili çalışmayı sürdürmeli.
Murch’un haklı olduğu yan, holografik bir görsel algıya sahip olmuş olsaydık, izleyicilerin bu fizyolojik şikayetlerde bulunmayacak olmalarıydı. İşte 3D teknolojisi de tam olarak bunu düzenlemeye odaklanmalı. Elbette kimse o kocaman, rahatsız üç boyut gözlüklerini takmaktan keyif almaz. Ancak duruma bilimsel olarak yaklaşırsak, yapılan araştırmalar, bu efekti hiçbir zaman algılayamayan azınlığın haricinde, iyi tasarlanmış bir üç boyutlu görüntünün kimsede görsel bir zorluk yaratmayacağını ortaya koyuyor.
Ama Katzenberg’in Dream Work için taahhüt ettiği gibi her şeyi üç boyutlu izlemek ister miyiz sahiden? Bazı kişilerin savunduğu gibi gerçekten ya hep ya hiç politikasını mı benimsemeliyiz? Yoksa bu teknoloji, görsel-işitsel(odyovizüel) kültürümüzün sürekli ve anlamlı bir yanı olarak kalabilir mi? İşte tam bu noktada tarihi bir bakış açısı yararlı olabilir. Sinema son yüz yıldır, kabul ettiği gerçeklik olan imajları hareket ettirmenin haricinde en ufak bir gelişime uğramadı. Hatta bu, uzmanların zaten yapmış oldukları şeyleri algılamayı ve kullanmayı sağlayan oldukça yavaş bir süreç oldu.
Ses kaydı, zaten sinemadan 15 yıl önce vardı ve üç boyutlu görüntü çok daha erkenden, 19.yy’ın ortalarından beri, Viktorya Çağı insanlarına optik eğlence sağlıyan bir araç olarak kullanılıyordu. Sinematografinin yaratıcısı olan Louis Lumiere, her zaman hareketli görüntünün üç boyutlu ve renkli olması gerektiğine inanarak, bunu kanıtlayıcı birçok ürün yarattığı 1930 yılına kadar çalışmayı sürdürdü. Lyon’daki Lumiere Enstitüsü, geçen yılki Cinema Ritrovato festivalinde, Bologna’daki Piazza Grande üzerinde gerçekleştirilen muhteşem bir projeksiyonla bu örnekleri göstermeye başladı.
20.yüzyıl boyunca, üç boyutlu görüntü, Viewmaster gibi popüler oyuncakların sağladığı domestik bir eğlence olarak kaldı. Sıradan etkileyici büyük ekran aktivitelerine rağmen, 1940’larda Eisenstein’ı cesaretlendiren dalga gibi, birçok yaratıcı yapımcı ve yönetmen, üç boyutun potansiyelini farklı şekillerde deneyimleme şansına eriştiler.(Elbette Hitchcock’un Dial M For Murder filminde, format alanındaki deneyi göz önünde bulundurulursa, klostrofobik bir konu ve domestik bir cinayet hikayesi seçmesi oldukça anlamlı.)
Avatar’dan nefret edenler ya da onu neredeyse yoksayanları etkileyen şey, yakın zamanda İngiltere’de arka arkaya vizyona giren iki tane 3D belgesel oldu: Werner Herzog’un Cave of Forgotten Dreams’i ve Wim Wender’ın Pina’sı. İki işte de ilginç olan, format ve konu arasında tematik bir bağlantı olması. Herzog, bizi tarih öncesi bir imaj yaratma dünyasına doğru “Jules Verne”vari bir keşfe çıkarırken, üç boyutlu görüntü gerçekten oradaymış gibi hissetmemize olanak sağlıyor. Wenders ise uzaysal bir ilüzyon sağlayarak 3D teknolojisini, yakın zaman önce Birmingham ve Londra’da vizyona girmiş olan 2007 yapımı The Rite Of Spring’le üç boyutlu görüntüyü denemiş olan Klaus Obermair’dan daha akıcı kullanıyor. Çok az kişi, üç boyutlu görüntünün Pina Baush’un zeki ve estetik koreografisini zenginleştirmediğini iddia edebilir. 3D bu gibi yenilikçi özel etkiler yaratmak için ve elbette özellikle doğayla ilgili olan çok geniş bir belgesel yelpazesinde kullanılmalı.
Ama görsel şov gerektirmeyen bir dramatik film için üç boyut teknolojisinin kullanılması gerekli mi? Bu konuyu destekleyici demeçlerin başında, bu yıl Cannes’da Altın Palmiye onur ödülünü alan Bernardo Bertolucci’ninki yer alıyor. Avatar’ı seyrettikten sonra çok etkilenen Bertolucci, 3D’nin neden yalnızca fantezi ve billim kurgu filmleri için kullanıldığını anlamadığını belirtti. Bertolucci, Fellini’nin 8,5’u ya da Bergman’ın Persona’sının üç boyutlu halinin nasıl etkiler yaratabileceğini sorguladı. Her şey planlandığı gibi giderse, O’nun bu alandaki ilk girişimi olan Io e Te isimli filmine, 3D teknolojisi kullanarak derinlik kazandıracağız. Ancak ondan önce, bu sonbahar vizyona girecek olan geniş bir üç boyutlu film listesi var. Scorses’nin Hugo’su, Spielberg’in The Advantures of Tintin’i ve Coppola’nın Twixt’i bu listenin başında yer alıyor.
Koreli bir sinema akademisyenine 3D hakkında bir yazı yazacağımı söyleyip bu konudaki görüşünün ne olduğunu sordum. Cevabı şöyleydi: “Bu, gişeden daha fazla kazanıp herkese yeni televizyonlar satmak için tasarlanan kapitalist bir oyun. Sence de öyle değil mi?” Haklı olduğu doğru ancak aynı şey iki boyutlu sinema için de geçerli değil mi? 3D teknolojisi, görsel-işitsel endüstriye büyük getiri sağlıyor kuşkusuz. Howard Stringer’ın Sony’yi 3D’ye taahhüt etmesi, bu birleşmeyi sağlayabilecek potansiyelin değerlendirilmesi hiç de şaşırtıcı değil.
Ancak bu gerçekleşsin ya da gerçekleşmesin, ben bu konuda Eisenstein’ın, Lumiere’in ve şimdilerde Scorsese’nin ne olabileceğine yönelik tasavvuruna dönmek istiyorum. Hugo, sessiz film uzmanı Georges Melies’in yeniden keşfiyle, sinema büyüsüne yeniden dönecek. Scorses için bu, filmin gerçek ilüzyonunun kaynağına duyduğu hürmeti göstermesi için büyük bir fırsat oldu. Bu sayede Melies’in zamanında yaratmış olduğu büyü, modern seyircinin gözünde 3D ile yüceltilecek. Yarının sineması üç boyutlu mu olacak? Holografik ve interaktif mi olacak yoksa? Neden olmasın?

Alıntı : Sight and Sound
Yazı : Ian Christie
www.ianchristie.org
Çeviri : Elif İdiz

13 Kasım 2011 Pazar

YAPIMCI PROFİLİ ÜZERİNE...

Merhaba Sevgili Dostlar,
Bayram tatilinin ardından Selanik Film Festivali'nde Crossroads ortak yapım toplantılarına katıldım. Her yıl bu tip toplantılara katılmak, benim vizyonumda önemli katkılar sağlıyor. Dolayısıyla, özellikle bu seyahat kuşak olarak daha gençleşen yapımcı profili üzerine ilginç gözlemler yapmamı sağladı. Deneyimli yapımcıların, değişen sektör düzenine nasıl uyum sağladıklarını, yeni formüllleri ve çözümleri bizzat gözlemledim.Özellikle stratejiler konusunda yaptığımız sohbetler, bana büyük zevk verdi.

Özetle yapımcının pek çok şeyi kontrol ederken, dünyadaki ekonomik gelişmeleri ve bir projenin bitiş tarihi hedefini pekçok olasılığı hesap ederek koyması gerekiyor. Bunun devamında da çok sık hedefe uygun ilerleyip, ilerlemediğinin kontrolünü yapması lazım. Elbette yol haritası içinde devamlı strateji üretmesi gerekiyor.
Bu yanındaki ortağıyla yani yönetmen ile uyumun gerekliliğini yanında getiriyor.
Yani eski düzendeki 'parayı veren-patron' konumundaki yapımcı profili artık Avrupa'da neredeyse hiç yok. Toplantılara, sunumlara genllikle yönetmen'de katılıyor. Ancak bunun gerekliliği konusunda çok emin olmamamkla birlikte, yapımcı-yönetmen ilişkisinin bir hiyerarşik durumdan, eşit bir durumda yol almasının çok iyi sonuçlarını bir kez daha bu toplantılarda gördüm. Beni zaten 12 yıldır sistemin böyle olmasını savunanlardan biriyim.

Bu noktada, 'bir senaryom var, para verecek yapımcı arıyorum'cümlesi oldukça eski bir söylem olarak duruyor. Çünkü, artık yapımcı 'bir projeyi projelendirerek somutlaşması için gereken herşeyi organize eden bir ortak' olarak algılanması gerekiyor. Bu bağlamda uluslararası alanda üretilen 'iyi' işlerin arkasında bu otaklıkları görebiliyoruz.

Bir önemli nokta da, bir yapımcının senaryoyu sağlıklı değerlendirebilme durumudur. Bunun için sadece'öznel' değerlerle yol alan bir yapımcı, senaryo konusunda sağlıklı bir değerlendirme yağamaz ve dolayısıyla bütçe-maliyet hesapları, strateji yapma konusunda yanlışlar yapabilir. Bir senaryonun objektif değerlendirilmesi, bu işin birinci şartıdır.

Selanik'teki toplantılarda pekçok yapımcının bütçe ile maliyet konusunda kafa karışıklığı olduğunu gördüm. 17 proje içierisinde neredeyse yarısı bütçe adı altında maliyet hesabı getirmişlerdi. Bu bağlamda, bu farkın çok çok iyi bilinmesi gerektiğini düşünüyorum.

Son olarak, bir projenin içeriğinin iyi olması kadar, yönetmenin yeteneğinin çok güçlü olması kadar, doğru bir yapımcı ile işbirliği ve bu tarafından projenin sunulmasının önemi bir kez daha karşımıza çıkıyor.

Dolayısıyla, 'yapımcı'-'yönetmen' işbirliği ve ortaklığı artık daha önemli, projenin geleceğinin en önemli teminatı olarak algılanmalı ve projeler bu işbirliğinin temeli üzerine inşa edilmelidir.

3 Kasım 2011 Perşembe

PROJE PROJELENDİRME NEDİR?

Bir projenin hayata geçebilmesi için yapılan ‘araştırma-geliştirme’ çalışmasıdır. Bu süreçte projenin hayata geçebilmesinin dinamikleri araştırılır.
Bu çalışma,bu dinamiklerin ve kriterlerin devreye girmesi ile projenin hedeflerinin sağlıklı bir şekilde bulunması ve yapım sürecinin stratejisinin oluşturulmasıdır.
Bir projenin projelendirilmesi için aşağıdaki analitik çalışmanın yapılması gerekmektedir.

- Projenin potansiyelini anlamak, hedef belirlemek.
Projenin hedefini belirlemek , proje ile ilgili çıkarılacak yol haritasının ilk gereğidir. Bunun sağlıklı yapılabilmesi için sektörün iç ve dış dinamikleri analiz edilerek, proje ile ilgili kişisel beklentilerin gerçekçi bir düzeye konumlandırılması gerekmektedir.

- Bütçe oluşturma
Belirlenen hedef doğrultusunda, senaryo ile ile bağlantılı olarak bütçe ve maliyet hesabının yapılması.

- Finans planı mantığı
Hazırlanan bütçeye uygun finans planının zamansal boyutuyla hazırlanması ve prodüksiyonun temel kaynaklarının yaratılması üzerine stratejiler geliştirilmesi.

- Prodüksiyonun temel yapısının oluşturulması
Amaca ve konuya göre konulan hedefe uygun çalışma planının çıkarılması ve temel yapı içerisine oturtulması.

- Prodüksiyonun gerçekleşebilmesi için uygun stratejilerin belirlenmesi
Yapımın gerçekleşeceği koşulların alternatifli olarak, çeşitli kriterler ve format seçimlerine göre fizibilitesinin çıkarılması.

- Tüm bilgilerin gözden geçirelerek, yapılacak başvurular için gereken bilgilerin toplanarak, aksiyon planı oluşturma çalışması
Tüm veriler toplandıktan sonra, filmin finans kaynakları için yapılacak başvuruların hazırlanma ve takip sürecini gerçekleştirilmesi.

Yukarıda yazılı kriterlerden geçtikten sonra, projeniz için sağlam temelleri, en başta atmış olursunuz. Devamında, sürpriz ve ya krizlere karşı her türlü önlemi almış olursunuz. Bu şekilde plan, program yapılmadan sadece ‘iyi niyet’ ile yapılmış ve başlanmış projelerin pek çoğunun hayal kırıklığına uğraması doğal bir sonuçtur. Plansız başlanan bir proje, depreme dayanıklılığını araştırmadan, gereken önlemleri almadan yapılmış binaların, ilk darbede yıkılmasına benzetilebilir.

Bu nedenle, her proje sahibinin, projesinin güvendiği bir yapımcı ile birlikte, ya da kendisi bir yapımcı gibi de düşünerek, projelendirmesi gerekmektedir.
Bu sürece, ‘PROJE PROJELENDİRME’ süreci denir.

2 Kasım 2011 Çarşamba

YAPIMLAB'dan bazı hatırlatmalar...

Merhaba Sevgili Dostlar,
Yapımlab'da çok yoğun bir şekilde atölyeler devam ediyor. Bu yıl açtığımız 'proje geliştirme' atölyesinin pek çok katılımcısı harıl harıl projelerinin sunumlarını hazırlıyorlar... 'Uzun Dönem Temel Yapımcılık Atölyesi'ile katılımcıları ile her hafta büyük bir zavkle çalışıyor, öğreniyor ve deneyimliyoruz.

Kasım ayında,yeni açılacak olan 'uzun dönem yapımcılık atölyesi' haftasonu grubu için kayıtlarımız dolmak üzere... Son birkaç kontenjanımız kaldı...

Ve de, bir sinema filminin en önemli güçlerinden biri, SENARYO ile ilgili, çok yararlı bir atölye açılıyor, 'BURAK GÖRAL SENARYO ATÖLYESİ'... 16 Kasım'da başlayacak, kayıtlar başladı.

Son olarak 'HARİKA UYGUR ile OYUNCU SEÇİMİ SIRLARI' devam ediyor.

Hepsi ile ilgili bilgi almak için, 0 212 252 4556 'da Ayşegül Yeşim'i arayabilirsiniz..

1 Kasım 2011 Salı

PAYLAŞIMLAR-1

Sevgili Dostlar,
Bundan sonra, her hafta salı günleri sizinle bazı paylaşımlar yapacağım. Bu bazen bir güncel bir sinema dergisinden sizin için çevirisi yapılmış bir haber, bazen bizzat içinde olduğum bir festivalden sizin için bir gçzlemimi paylaşacağım... Bu salı köşesinde konuklar ağırlayıp, dünya sineması ile ilgili çeşitli bilgilenmeler yaşayacağız.
Geçen hafta Londra Film Festivali'ndeyken çok sevdiğim ingiliz sinema magazini 'little white lies' festival çantasına konmuştu. Pek çok haberin yanısıra, Film Therapy bölümünde Lars Von Trier ile son filmi üzerine ve Cannes'da yaşadığı 'istenmeyen adam' konusu ile ilgili bir ropörtaj vardı. Ben de sizler için çevirisini yaptırdım. Aşağıda okuyabilirsiniz...

Lars Von Trier
Film Terapisi

Filmleri:
Melankolia (2011)
Deccal (2009)
Emret Patronum (2006)
Manderlay (2005)
Dogville (2003)
Karanlıkta Dans (2000)
Gerizekalılar (1998)
Dalgaları Aşmak (1996)


Jonathan Crocker


LWLies'ın Lars von Trier ile en son görüşmesinin üzerinden iki yıl geçti. O zamandan bu yana sanat sinemasının depresif, dahi kötü çocuğu oldukça yoğun bir dönem geçirdi. El parmaklarının eklem yerlerine dört harfin dövmesini yaptırdı ('F', 'U', 'C', 'K'). Dünyanın sonuyla ilgili Melankolia adlı bir film çekti. Ve basın toplantısında birden bire Nazileri desteklediğini söyleyerek, Cannes Film Festivali'nden kovulmayı başardı ("Ne diyebilirim ki? Hitler'i anlayabiliyorum..."). Özetle Mayıs ayında Trier ile bir araya geldiğimizde konuşacak çok şeyimiz vardı.

LWLies: Evet görünüşe göre, Nazileri desteklediğiniz yönündeki sözleriniz bir şakadan ibaretmiş.
Von Trier: Ben Mel Gibson değilim. Kesinlikle Mel Gibson değilim. Onun tam zıttıyım. Bu lanet toplama kamplarının hepsine gittim ve bu konuyla da gerçekten çok ilgiliyim. Bana göre, Yahudi Soykırımı insanlığa karşı bugüne kadar işlenmiş en büyük suçtur.

Ama bu şaka yanlış yerlere çekildi, di mi?

Ben her zaman espri yaparım... Ve gazetecilerin bu espriyi komik bulmasalar bile niyetimin ne olduğunu anlamaları gerekiyor... Bu, beni koymamaları gereken bir yere koymalarından kaynaklanıyor. Ancak ne isterseniz onu yazın. Bir laf vardır: "Kendinizi mürekkep hokkasının içinde temizleyemezsiniz."

Peki sizce neden buna aşırı tepki gösterildi?

Bu konu, Cannes'da oldukça hassas. Çünkü Fransızlar geçmişte Yahudilere çok zulmetmişler.

Tehlikeli şeyler söylüyorsunuz...

Benim her lafım tehlikelidir.

Festivalden ihraç edildiğinizde ne hissettiğiniz?

Resmen "persona non grata" ilan edildim (ÇN: diplomaside istenmeyen adam teriminin Latincesi. Bir ülke bir kişiyi persona non grata ilan ederse o kişi o ülkeden sınırdışı edilir ve bir daha giriş yapamaz). Ve sanıyorum Cannes tarihinde bu daha önce yaşanmamış bir şey. İstenmeyen adam olmaktan büyük gurur duyuyorum. Daha önce hayatımda hiç istenmeyen adam olmadım ve bunun bana yakıştığını düşünüyorum. Cannes Film Festivali'ne çok saygı duyuyorum. Ama bana çok kızdılar.

Bu sözleri sarf ettiğiniz için pişman mısınız?

Yanlış anlaşıldım ama bu, anlaşılabilir bir yanlış anlama. Bana kızgın olabilirsiniz, çok da umurumda değil. Belki de bu yüzden ağzımı bir şeyle kapatıp beni küçük bir kafesin içine koyup basın önüne çıkarmalılar. Çünkü bu çok daha adil olur.

Bu olayın dikkatleri Melankolia'dan uzaklaştırdığını düşünüyor musunuz?

Evet ve bu çok aptalca. Kimse filmden bahsetmiyor ve ben de artık filmi pek iplemez oldum. Çok yoruldum.

Melankolia'yı çekmeniz depresyonla mücadelenizde yardımcı oldu mu?
Hayır, yardımcı olduğunu sanmıyorum. Eğer depresyondaysanız bunun tek tedavisi iki saniyeliğine yataktan çıkmaktır. Ve ertesi gün üç saniyeliğine çıkarsınız. Eğer yaratıcılık gerektiren bir işiniz varsa, size yardımcı olur. Başka bir deyişle yaşadığım bu krizi malzeme olarak kullandım.

Bu filmle ilgili fikir nereden geldi?

Sanırım adıyla çok ilgili. Ağızdan çok güzel çıkan bir kelime. Ve melankoli, hem sanat hem de hayatın birçok alanı için çok önemli bir unsur. O dönem niyetim benimle temasa geçmesi üzerine görüştüğümüz Penelope Cruz için bir film yazmaktı. Ve ona, birlikte yaptığımızda ilginç olabilecek bir şeyler yazmanın yolunu bulacağımı söyledim.

Penelope hakkında ne düşündünüz?

Çok, çok hoş bir kız. Benimle çalışmayı çok istiyordu ve ben de bundan çok onur duydum. Birçok filmini gördüm ve şahsen de tanıştık. Senaryonun çok büyük bölümü onunla birlikte çalışırken ortaya attığımız fikirlerden oluşuyor. 'Ne yapmaktan hoşlanırsın' diye sordum. Elimde bir atın bir yere gitmemek için direnmesi ve bunun için dayak yemesiyle ilgili bir sahne vardı. ‘İlginç. Ben çok iyi at binerim’ dedi. Yani aramızda ufak bir bağ oluşturduk.

Filmde olmadığı için üzgün müsünüz?

Olmadığı için çok da üzülmedim çünkü o zaman başka seçenekler ortaya çıkıyor. Ve sonra ben de Kirsten'i buldum ve bence çok iyi bir iş çıkardı.

Kirsten neredeyse Penelope'nin tam zıttı ama?

Evet, evet. Ama üzerinde konuşmamamız gereken bir olay gibi bazı durumlarda dirençle karşılamak iyi oluyor. Ve bu filmdeki direnç noktası da Penelope için yazılmış ancak onun oynayamamış olması. Böyle durumlarda unsurlar arasında bir çatışma yaşanıyor ve bundan yeni bir şey ortaya çıkıyor.

Kirsten kısa bir süre önce rehabilitasyondan çıktı. Kendine ait özel bir melankoli anlayışı olduğunu düşünüyor musunuz?
Ah kesinlikle. Depresyonda mıydı bilemiyorum ama bu olguyu çok iyi biliyordu. Dönüşümü göstermek gerçekten zordur. Çünkü bu melankolik ruh hali içinde olduğunuzda genellikle gülümsersiniz. Ama bu gülümseme farklıdır. Gözlerine baktığınızda hiçbir şey görmezsiniz. Ve bence bunu çok iyi ortaya koydu.

Depresyon nedeniyle şu anda herhangi bir ilaç kullanıyor musunuz?

Depresyon için hafif bir hap alıyorum. Eskiden çok ağır bir ilaç alırdım ve alkolle birlikte içince de etkisi dörde katlanırdı. Ve eğer içtiğim ilacın ne olduğunu bilseydiniz dörde katlanmasının etkisinin de ne kadar büyük olduğunu anlardınız.

Melankolia'da 19. deliği olan bir golf sahası var. Bunu anlatabilir misiniz?

Evet. 19. delik! Şu an tam olarak oradayım! Arafta… (ÇN: Golf sahalarında genellikle 18 adet delik bulunuyor. 19. delik tabiri, oyun bittikten sonra tesisten ayrılmadan, kulüp binasında ya da tesisteki barda bir-iki kadeh bir şey içmek anlamına geliyor. Filmde de evin sahibi golf sahasında 18 delik olduğunu söylemesine rağmen, daha sonra kadın karakterin sahadaki 19. deliğin bulunduğu yerden geçtiği görülüyor)

Şu anda Martin Scorsese ile film çekme sürecinde engeller çıkardığınız "Lars Von Trier'den Beş Engel" filmi üzerinde çalışıyorsunuz. Bundan bahsedebilir misiniz?
Henüz başlamadık. Bu gerçekten zor bir iş. Belki siz bana biraz akıl verirsiniz. Hayatı boyunca kendini hiç engellememiş bir adama engel çıkartmak gerçekten zor. O kadar farklı şeyler yapıyor ki… Bilemiyorum. Oturup konuşacağız. Belki o bana engeller çıkartır.

Bize ne gibi bir nasihatta bulunursunuz?
Her şey sonunda cehenneme gidecek ama tüm yol boyunca gülümsüyor olmamı gerek.

Kaynak : Little White Lies- www.littlewhitelies.co.uk
Ropörtaj : Jonathan Crocker
Çeviri : İrem Köker