Merhaba Sevgili Dostlar,
Ekim ayının Sight and Sound dergisinde okuduğum bir makale 3D teknolojisi ile ilgili bugüne dek bu konuda okuduğum yazılara göre çok farklı bir yaklaşımı vardı. Dolayısıyla
sizler için çevirisini yaptırdık ve paylaşıyorum.
http://www.ianchristie.org/
HOŞGELDİNİZ
Yapım Laboratuvarı : Yapımcılık ile ilgili bilmek istediğiniz herşey...Zeynep Özbatur Atakan'ın gözlemleri, deneyimleri, paylaştıkları...
15 Kasım 2011 Salı
PAYLAŞIMLAR-2
Sight and Sound
Yazan : Ian Christie
http://www.ianchristie.org/
Çeviren: Elif İdiz
“Avatar” filminin üzerinden iki yıl geçti ancak, macera dolu 3D işler artıkça, izleyicinin rahatsızlığı ve eleştirel kuşkuculuğu artıyor. Ama Ian Christie, üç boyutlu görüntüyü tarihi bir perspektif içinde araştırırken, bu teknolojiyi hemen yermemek gerektiğini söylüyor.
“Geleceğin sineması üç boyutlu mu olacak? Yarın bugünü takip mi edecek?” Bilin bakalım bu soruyu kim, ne zaman sordu? James Cameron mu? Dream Works’ü üç boyuta taşıyan Jeffrey Katzenberg mi? Aralık 2009’da Avatar’ın vizyona girmesi ile birlikte, üç boyutlu filmlerin gişe hasılatından kar sağlayan sinema sektörünün bir CEO’su mu yoksa? Hayır, bunu 1948’deki ölümünden kısa bir süre önce, Sergei Eisenstein yazdı.
3D’nin reklamının, genç sinema izleyicilerinin ilgisini çekmek ya da korsanı engellemek için abartıldığını düşünenler, Eisenstein’ın bu konudaki heyecanını anlayamayabilirler. İlk kez renkli bir film çektikten yalnızca dört yıl sonra, bu yeni teknolojiye böylesine inanma cesaretini O’na ne verdi? Şubat 1947’de, Moskova’da, Rus öncüsü Semyon Ivanov’un ilk renkli üç boyutlu filmi olan Robinson Crusoe’nun prömiyeri gerçekleşiyordu. Ama Eisenstein’ın Ivanov’un filminden çok, görsel geleneğin bin yıldır amaçladığı bir zirve olduğunu düşündüğü üç boyutlu film hakkında söyleyecek daha fazla şeyi vardı.
Eisenstein’a göre, Antik Yunan’daki amfitiyatrolardan Barok Saray Tiyatrosu’na, gençliğinde bir parçası olduğu devrimci Sovyet tiyatrosuna kadar bütün tiyatro geleneğinin başlıca amacı, seyirci ile sanatçı arasındaki bariyeri yıkmaktı. Ama O’nun tezi yalnızca tiyatroyla sınırlı değildi. 1940’ların sinemasında, üç boyutlu araçlar ve derinliği seyirciyele birleştirmeyi amaçlayan film yapımcıları üzerine bir anket yapıldı. Bu ankette Hitchcock’un Spellbound’u ile Powell ve Pressburger’in A Matter Of Life And Death’i gibi filmler de yer aldı.
Üç boyutlu sinema, hiç şüphesiz onların başlıca hedefleri miydi? Eisenstein, buna yalnızca Batılı muhafazakarların muhalefet edebileceğini iddia etti. Yine Eisenstein, bu yazıyı ideolojik Soğuk Savaş’ın başlangıcında ve Hitchcock’un Dial M For Murder filmiyle zirveye ulaşan, 1950’lerin ilk üç boyutlu film dalgası sırasında yazdığını hatırlattı.
Ancak Sovyet zaferciliğini bir kenara bırakırsak, yine de Eisenstein’ın 3D’nin eleştirel kuşkuculuk ile düşmanlık arasında değişen tepkilere yol açtığına dair erken yorumunu, son iki senedir yaşananlara bakarak, kabul etmemek mümkün değil. Muhtemelen bu düşmanlık konusunda en çok sesini duyuranlar editör Walter Murch ile Ocak 2011 tarihli bloğunda “Neden 3D olmadı ve asla olmayacak” başlıklı yazısıyla muhaliflerin lideri haline gelen eleştirmen Roger Ebert oldu.
Ebert’ın öfkelenmesine neden olan Avatar değil, onu takiben ortaya çıkan Michel Gondry’nin “suni” üç boyutlu filmi The Green Hornet idi. “Suni”, burada iki boyutlu çekilmiş bir filmin, post-prodüksiyon aşamasında üç boyutlu efekti kazandırılarak piyasaya sürülmesini anlatmak için kullanılıyor. Üstelik bu, üç boyutlu filmlerin yüksek gişe hasılatlarından sonra birçok önemli Holywood stüdyosunca benimsenmiş bir yöntem haline geldi.
James Cameron Avatar’da, yeni bir dünyanın ortaya çıktığına ve başrol oyuncusunun sanal bir gerçekliğe girdiğine dair bir mizansen tasarlamıştı. Bu mizansen seyircinin algısında, Cameron’un sunduğu üç boyutlu görselliği anlamlı kılıyordu. Belden aşağısı felçli olan eski denizci Jake’in Avatar gezegenine girmesi , bir özgürlük alegorisi oluşturuyordu. Bizim içinse bu alegoriyi oluşturan şey, RealD’nin yeni dünyasına girmekti kuşkusuz. Filmin, kuşatıcı emperyalizme karşı verdiği savaşı görelim ya da görmeyelim…
Öyle görünüyor ki, birçok eleştirmen, seyircinin tepkisinden farklı olarak bu temadan pek etkilenmedi. Ama daha önce 3D üzerine yaptığı yorumlara rağmen, Ebert’in bu eleştirmenlerden biri olmadığını belirtmek gerekir. Sözü geçen bir eleştirmen olarak onun görüşü en heyecan verici yorumlardan biriydi. Filmin “olağanüstü bir eğlence” ve “teknik anlamda bir çığır” olduğunu söyleyerek, “emperyalizm ve savaş karşıtı” bir mesaj içerdiğini belirtti. Ayrıca Cameron’un ölçülü üç boyut kullanımını yücelterek, O’nun asla “dördüncü duvarı rastgele ihlal etmediğini” ifade etti.
İlginç bir şekilde, BFI(British Film Institute) için, İngiliz izleyicisinin Avatar hakkında ne düşündüğü üzerine yapılan yeni bir araştırma, Ebert’in yorumuna benzer bir sonuç ortaya koydu; “Gözümüzü açan bir film”. Onlar için anlamlı olan bir filmi söylemeleri istendiğinde, 2000 kişi arasından 42 kişi Avatar cevabını verdi. (En çok tercih edilen film, 100 kişi ile The King’s Speech oldu. 75 kişiyle Schindler’s List onu takip etti. )
Ankette Avatar’ı tercih eden izleyicilerle ilgili asıl ilginç olan, geniş bir yaş aralığına sahip olmalarıydı. Kırklı ve ellili yaşlarındaki izleyiciler filmin “animasyonu bambaşka bir boyuta taşıdığını” ve üç boyutun duygusal bağı derinleştirdiğini söylediler. Bristol’da yakın zamanda, filmi iki boyutlu ve üç boyutlu izleyenler arasında yapılan bir araştırmada, üç boyutlu izleyenlerin daha çok etkilendikleri görüldü. Gerçek şu ki, Avatar elbette yalnızca 3D’nin sağladığı bir duyusal estetiğe dayanmıyor ancak hiç kuşku yok ki, Cameron’un üç boyutlu dünyaya tüm kalbiyle adanmışlığı, bütün bu öğeleri zenginleştiriyor.
İLÜZYONU SÜRDÜRMEK
Üzücü ve ne yazık ki zarar verici bir biçimde, Avatar’ı takip eden birçok üç boyutlu film, gerçekten bu dünyaya gönül vermiş kişiler tarafından tasarlanmadı. Bu gibi hazırlıksız yapımcıların çabalarını, yeni türemiş bir 3D ekibi sette zenginleştirdi veya post-prodüksiyon aşamasında bu hile gerçekleştirildi ve bu da 2010’un sonu ve 2011’in başındaki gişe hasılatlarında kendini gösterdi. Burton’ın Alice Harikalar Diyarı’nda ve oldukça kötü olan Clash of the Titans filmleri (suni üç boyutlu uygulamanın en açık göstergeleri) etkileyici gişe hasılatları yapmış olabilirler ancak bu işler, 3D teknolojisinin gelecekte yeni bir film dili oluşturabileceği inancını sarstı. Bu anlamda Streetdance ve motorsiklet yarışı belgeseli TT3D gibi daha mütevazı olan “yerel üç boyutlu” İngiliz yapımları, daha umut vericiydi.
Ancak yerel 3D’nin plan ve çekim aşamasının maliyeti oldukça yüksek. Bu alanda bir başka büyük engel ise, film yapımcılarının bu işe yeterince gönül vermemiş olmaları elbette. Beni asıl şaşırtan, üç boyutlu bir başyapıt (The Nutcracker) çektikten sonra, Ebert ve Walter Murch’un yargısına gönderme yaparak bir daha bu formatı kullanmayacağına yemin eden Rus yönetmen Andrei Konchalovsky’yle yaptığım bir röportajdı.
Murch, özellikle Francis Ford Coppola ile çalıştığı The Conversation ve Apocalypse Now filmeri ile adını duyurmuş, oldukça saygı gören bir ses ve görüntü editörü. Ancak aynı zamanda birçok kişi tarafından önemli bir teorisyen olarak da tanınıyor. Murch, Ebert’tan alıntı yaptığı bir yazısında, üç boyutlu görüntünün en büyük sorunu olan matlık ve sönüklüğün bile çözülebileceğini, ancak 3D ile ilgili daha temel bir yanlışlık olduğunu iddia etti. Üç boyutlu görüntü, gözlerimizin farklı noktalara odaklanmasını gerektirse de, üzerinde çalışılması gereken şeyin, ilüzyonu devam ettirmek olduğunu söyledi. Murch, bunun, beynimizin “merkezi işlem birimi”nin gereğinden fazla çalışması anlamına geldiğini ancak bu durumun bazı izleyicilerde şiddetli baş ağrılarına sebep olduğunu söyledi. Ve Murch’a göre bu, 600 milyon yıllık evrimin bizi asla hazırlamadığı çok derin ve ciddi bir sorundu.
Algı mekanizmasıyla ilgili bu çeşit teknik tartışmalar, kuşkusuz herkesi fazlaca etkiledi. Ancak Murch’ın iddiasındaki bu evrime dayalı biyolojik zorluk, yeni algısal perspektiflere adapte olamayacağımız anlamına gelmez. Örneğin bu binoküler (iki gözün birbirinden bağımsız farklı noktaları görmesi durumu) görüntü, maymunların yiyecek bulmalarına yardım etmeye yönelik geliştirilebildi. Söz konusu eski çağlardan bu yana, insanlardaki binoküler görüntü sistemi, birçok farklı duruma uyum sağladı. Televizyon ve sinema ekranı temelli modern yaşantı, buna en iyi örnek olacaktır. Ve bu, kuşkusuz Murch’un iddia ettiğinden çok daha karmaşık bir beyinsel gelişimin göstergesi.
Elbette bütün bunlar, 3D’nin, izleyicilerin %7 ila 10’u arasında renk körlüğü, bazılarında baş ağrıları, çok küçük bir bölümünde ise ilüzyonu görememe durumu yarattığı gerçeğini değiştirmez. Ancak Murch’un iddiası, üç boyutlu görüntünün psikolojik anlamda doğaya aykırı olduğu yönünde. Fakat bilim camiasının Murch’le aynı görüşte olduğundan şüpheliyim. Görme yetimizi destekleyen nöral süreç hakkında bilgimiz arttıkça, birçok karmaşık yeniliğe adapte olmamızın mümkün olduğunu daha iyi kavrayacağız.
Bir zamanlar insanların, trenler hangi hızda giderse o denli hızlı yolculuk edebileceklerinden şüphe edenler gibi, 3D’nin doğaya aykırı olduğu düşünceleri de eskide kalabilir.
Fakat kaçınılmaz bir biçimde doğru olan, iyi tasarlanmamış bir üç boyutlu görüntünün uzmanların deyimiyle “görsel rahatsızlık” ve “zorluk” yaratabileceği gerçeği. Bunlardan ilki sübjektif bir tepki, diğeri ise teknik sahalarda üç boyutlu görüntü kullanan kişilerde oluşan tepkiler anlamına geliyor. Bu durum, üç boyutlu görüntünün algılanmasına izin veren yanıltıcı mekanizmadan kaynaklanıyor. 1890’larda A.S Percival tarafından yapılan vizüel bir araştırmaya göre, iki gözümüz birbirinden farklı düzlemlerdeki objeleri algılıyor, böylece uzak ve yakını görebiliyoruz. Ancak tolere edilebilecek ölçüde iki göz arasındaki ayrılık oranı hala A.S Percival’ın “rahatlık alanı” olarak biliniyor. İşte 3D, bununla ilgili çalışmayı sürdürmeli.
Murch’un haklı olduğu yan, holografik bir görsel algıya sahip olmuş olsaydık, izleyicilerin bu fizyolojik şikayetlerde bulunmayacak olmalarıydı. İşte 3D teknolojisi de tam olarak bunu düzenlemeye odaklanmalı. Elbette kimse o kocaman, rahatsız üç boyut gözlüklerini takmaktan keyif almaz. Ancak duruma bilimsel olarak yaklaşırsak, yapılan araştırmalar, bu efekti hiçbir zaman algılayamayan azınlığın haricinde, iyi tasarlanmış bir üç boyutlu görüntünün kimsede görsel bir zorluk yaratmayacağını ortaya koyuyor.
Ama Katzenberg’in Dream Work için taahhüt ettiği gibi her şeyi üç boyutlu izlemek ister miyiz sahiden? Bazı kişilerin savunduğu gibi gerçekten ya hep ya hiç politikasını mı benimsemeliyiz? Yoksa bu teknoloji, görsel-işitsel(odyovizüel) kültürümüzün sürekli ve anlamlı bir yanı olarak kalabilir mi? İşte tam bu noktada tarihi bir bakış açısı yararlı olabilir. Sinema son yüz yıldır, kabul ettiği gerçeklik olan imajları hareket ettirmenin haricinde en ufak bir gelişime uğramadı. Hatta bu, uzmanların zaten yapmış oldukları şeyleri algılamayı ve kullanmayı sağlayan oldukça yavaş bir süreç oldu.
Ses kaydı, zaten sinemadan 15 yıl önce vardı ve üç boyutlu görüntü çok daha erkenden, 19.yy’ın ortalarından beri, Viktorya Çağı insanlarına optik eğlence sağlıyan bir araç olarak kullanılıyordu. Sinematografinin yaratıcısı olan Louis Lumiere, her zaman hareketli görüntünün üç boyutlu ve renkli olması gerektiğine inanarak, bunu kanıtlayıcı birçok ürün yarattığı 1930 yılına kadar çalışmayı sürdürdü. Lyon’daki Lumiere Enstitüsü, geçen yılki Cinema Ritrovato festivalinde, Bologna’daki Piazza Grande üzerinde gerçekleştirilen muhteşem bir projeksiyonla bu örnekleri göstermeye başladı.
20.yüzyıl boyunca, üç boyutlu görüntü, Viewmaster gibi popüler oyuncakların sağladığı domestik bir eğlence olarak kaldı. Sıradan etkileyici büyük ekran aktivitelerine rağmen, 1940’larda Eisenstein’ı cesaretlendiren dalga gibi, birçok yaratıcı yapımcı ve yönetmen, üç boyutun potansiyelini farklı şekillerde deneyimleme şansına eriştiler.(Elbette Hitchcock’un Dial M For Murder filminde, format alanındaki deneyi göz önünde bulundurulursa, klostrofobik bir konu ve domestik bir cinayet hikayesi seçmesi oldukça anlamlı.)
Avatar’dan nefret edenler ya da onu neredeyse yoksayanları etkileyen şey, yakın zamanda İngiltere’de arka arkaya vizyona giren iki tane 3D belgesel oldu: Werner Herzog’un Cave of Forgotten Dreams’i ve Wim Wender’ın Pina’sı. İki işte de ilginç olan, format ve konu arasında tematik bir bağlantı olması. Herzog, bizi tarih öncesi bir imaj yaratma dünyasına doğru “Jules Verne”vari bir keşfe çıkarırken, üç boyutlu görüntü gerçekten oradaymış gibi hissetmemize olanak sağlıyor. Wenders ise uzaysal bir ilüzyon sağlayarak 3D teknolojisini, yakın zaman önce Birmingham ve Londra’da vizyona girmiş olan 2007 yapımı The Rite Of Spring’le üç boyutlu görüntüyü denemiş olan Klaus Obermair’dan daha akıcı kullanıyor. Çok az kişi, üç boyutlu görüntünün Pina Baush’un zeki ve estetik koreografisini zenginleştirmediğini iddia edebilir. 3D bu gibi yenilikçi özel etkiler yaratmak için ve elbette özellikle doğayla ilgili olan çok geniş bir belgesel yelpazesinde kullanılmalı.
Ama görsel şov gerektirmeyen bir dramatik film için üç boyut teknolojisinin kullanılması gerekli mi? Bu konuyu destekleyici demeçlerin başında, bu yıl Cannes’da Altın Palmiye onur ödülünü alan Bernardo Bertolucci’ninki yer alıyor. Avatar’ı seyrettikten sonra çok etkilenen Bertolucci, 3D’nin neden yalnızca fantezi ve billim kurgu filmleri için kullanıldığını anlamadığını belirtti. Bertolucci, Fellini’nin 8,5’u ya da Bergman’ın Persona’sının üç boyutlu halinin nasıl etkiler yaratabileceğini sorguladı. Her şey planlandığı gibi giderse, O’nun bu alandaki ilk girişimi olan Io e Te isimli filmine, 3D teknolojisi kullanarak derinlik kazandıracağız. Ancak ondan önce, bu sonbahar vizyona girecek olan geniş bir üç boyutlu film listesi var. Scorses’nin Hugo’su, Spielberg’in The Advantures of Tintin’i ve Coppola’nın Twixt’i bu listenin başında yer alıyor.
Koreli bir sinema akademisyenine 3D hakkında bir yazı yazacağımı söyleyip bu konudaki görüşünün ne olduğunu sordum. Cevabı şöyleydi: “Bu, gişeden daha fazla kazanıp herkese yeni televizyonlar satmak için tasarlanan kapitalist bir oyun. Sence de öyle değil mi?” Haklı olduğu doğru ancak aynı şey iki boyutlu sinema için de geçerli değil mi? 3D teknolojisi, görsel-işitsel endüstriye büyük getiri sağlıyor kuşkusuz. Howard Stringer’ın Sony’yi 3D’ye taahhüt etmesi, bu birleşmeyi sağlayabilecek potansiyelin değerlendirilmesi hiç de şaşırtıcı değil.
Ancak bu gerçekleşsin ya da gerçekleşmesin, ben bu konuda Eisenstein’ın, Lumiere’in ve şimdilerde Scorsese’nin ne olabileceğine yönelik tasavvuruna dönmek istiyorum. Hugo, sessiz film uzmanı Georges Melies’in yeniden keşfiyle, sinema büyüsüne yeniden dönecek. Scorses için bu, filmin gerçek ilüzyonunun kaynağına duyduğu hürmeti göstermesi için büyük bir fırsat oldu. Bu sayede Melies’in zamanında yaratmış olduğu büyü, modern seyircinin gözünde 3D ile yüceltilecek. Yarının sineması üç boyutlu mu olacak? Holografik ve interaktif mi olacak yoksa? Neden olmasın?
Alıntı : Sight and Sound
Yazı : Ian Christie
www.ianchristie.org
Çeviri : Elif İdiz
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder